Ankara’da mektup yazmak, dümdüz bozkırın ortasında yükselen başkentin tuhaf melankolisine ince bir karşı‐hamledir. Şehrin en bilindik caddesi Atatürk Bulvarı’nda sabahın ilk sarı ışıkları altındaki gri granit binalar, mektup kâğıtlarına sinen hafif toz kokusunu taşır. Bürokrasinin keskin harfli tabelaları ve ağır devlet koridorları arasında, bir kafeterya masasına sahiplenilmiş tek sandalye bile yazara ait küçük bir özgürlük adasıdır. Burada kelimeler, memur ceketlerinin düğmelerine ilişmiş yorgunlukla değil, Ankaralı inadının sükûnetiyle biçimlenir: “Burası soğuk, ama sesimi duyman için tam da bu yüzden yazıyorum.”
Kızılay’daki Güvenpark otobüs duraklarının önünde bekleyen kalabalık, aceleyle telefon ekranlarına eğilmişken, bir genç tramvay biletinin arkasına birkaç satır döker: “Kırmızı ışık yeşile dönmeden seni görebilmek isterdim.” Mektup, dijital çağın hız kültürüne meydan okuyan mikroskobik bir zaman kapsülüdür; Ankaralı genç, kavşakların karmaşasında bile kendine ait kelimeler bulur. O cümle, bilet koleksiyonlarının arasında, yıllar sonra başkentin eski ulaşım ağını hatırlatacak sessiz bir ağıt olacaktır.
Tunalı Hilmi Caddesi’nde kavak yaprakları rüzgârla savrulurken, Kuğulupark’ın köprü başında oturan yaşlı bir akademisyen, eski öğrencisine uzun bir mektup kaleme alır. Satır aralarına, şehrin yüksek lisans kütüphanelerinde sabaha karşı yanan floresanların çıtırtısı siner; soğuk steppe rüzgârı, mürekkebin kurumasını hızlandırırken kelimeleri daha keskin kılar. “Sana öğrettiğim her şeyden önce,” diye yazar, “bu kentte sabrı ve direnci öğrendik; planlanmış yolların dışına çıkıp kendi sokak haritamızı çizdik.” Mektup, yalnızca bir öğretmenin veda notu değil, Ankara’nın teneffüs ettirdiği o ayaz sabrın da kaydına dönüşür.
Ulus Meydanı’nın taş duvarları, Cumhuriyet’in erken yıllarının mürekkep lekelerini hâlâ saklar. Bir zamanlar tren garından Anadolu’nun dört bir yanına gönderilen resmi evrakların arasında, kömür sobasının sıcaklığında yazılmış şahsi mektuplar da vardı: “Vilâyete tayinim çıktı; ilk fırsatta seni görmek için izin isteyeceğim.” Bugün o mektupların sararmış zarfları, Ankara sahaflarında parmak uçlarınıza tutunduğunda, 1930’ların umut dolu sesini uçucu bir koku gibi duyumsarsınız. Kentte yazılan her mektup, tarihle geleceği hoyratça değil, usulca birbirine diker.
Çankaya’nın dik yokuşlarında yürürken, kentin siyasi nabzı da kalemin ucuna siner. Meclis’ten dalga dalga yükselen tartışmalar, Mülkiyeliler Birliği’nin arka salonunda kaleme alınan “gençliğe hitap” taslaklarına karışır. Mamak’taki bir gecekondu mahallesinde, ışığı kısıtlı bir oda lambasının altında yazılan dilekçe mektupları, sosyal yardım taleplerinden çok daha fazlasını barındırır: “Çocuklarımızın okula güvenle gideceği bir mahalle istiyoruz.” Bu satırlar, Ankara’nın beton bloklarına kazınmış hak arayışının en yalın, en gerçekçi ifadesidir.
Gençlik Parkı’nda yaz aylarında esen serin imbat, piknik masalarına saçılmış kâğıtları hafifçe havalandırır. Lise öğrencileri gün batımına yakın, dökülen buzlu çayların yanına çalakalem notlar bırakır: “Üniversiteyi kazanırsam, Kuğulu’nun ördeklerine bakıp geleceği hayal ettiğimiz günü unutma.” Kentin ortasındaki bu eski lunapark, mektupların zamana meydan okuyan neşesini taşır; dönme dolabın gıcırtısına karışan her cümle, Ankaralı olmanın bitmeyen sakin inadına tutunur.
Bahçelievler 7. Cadde’de gece yarısına yakın kapanan pastanede, bir sendika aktivisti bütçe raporlarını son kez gözden geçirir ve kenardaki not defterine gizli bir not düşer: “Yarın grev alanında ilk sloganı ben atacağım.” O cümle, iki gün sonra Sakarya Caddesi’nde açılan bir pankartta yankı bulacak; mektup ruhu, kolektif bir çığlığa dönüşecektir. Ankara’nın mektupları çoğu kez protestonun eklem yerlerinde, çatlayan asfalt çizgilerinde filizlenir; çünkü bu kentte sessizlik bile direnişin çiğ taneleriyle yüklüdür.
Hacettepe’nin arka sokaklarında bir göçmen tıp öğrencisi, ailesine “Burada hava kışın daha kuru, ama insanlar kalbimi ısıtıyor” diye başlar. Ardından elde ettiği başarı bursunu gururla anlatır, ama memleketteki kardeşine sınır kapılarının serin gölgesini hatırlatır: “Gelecekte seni de buraya getirmek için okuyorum.” Bu mektup, Ankara’da filizlenen yeni kimliklerin, ulus‐ötesi hikâyelerin ve dayanışmanın el yazısıdır; bir kentin büyüklüğü, göçmen hüznünü umutla kombine etme kapasitesinde saklıdır.
En nihayetinde, Ankara’da yazılan mektuplar, İç Anadolu bozkırının yalın çizgilerini kelimelerle oyar. Ayazda burun sızlatan soğuk, atılan adımları keskinleştirir; kelimeler de bu keskinliğin kızıl sıcaklığıyla yan yana dizilir. Bir pencere kenarında demlenen çayın buğusu, Kocatepe’nin minarelerine tutunur ve cümlelerin üzerini görünmez bir sisle örter. Mektubun ulaştığı her yer ister İzmir’in tuz kokan sahili ister Diyarbakır surlarının gölgesi olsun, Ankara’dan esen rüzgârla serinler. Çünkü bu kent, gidene hasret kalmakla kalmaz; aynı zamanda gidenin kalbinde kalıcı bir yer açar ve her mektupta, “Buradaki ayaz seni unutmuyor” diyen bir hatıra bırakır.