Dünya bir kez daha ateşin eşiğinde. Ortadoğu’nun kadim kırılganlığı bu kez İsrail ile İran arasında yeniden alevlendi. Nükleer faaliyetler üzerinden tırmanan gerilim, diplomasi yolları henüz tamamen tükenmeden yerini askeri müdahaleye bıraktı. Bu çatışmanın en çarpıcı yönü ise yalnızca bir kez daha vekâleten ve bölgesel ittifaklar üzerinden yürütülmesi değil; aynı zamanda Birleşmiş Milletlerin devre dışı bırakılması ve uluslararası hukuk mekanizmalarının açıkça yok sayılmasıdır.
İran’ın nükleer programı uzun süredir küresel denetimin ve endişenin merkezinde. Ancak bu endişelerin, diyalog yerine doğrudan silahlı müdahaleye dönüşmesi, yalnızca bölgeyi değil, dünya istikrarını da tehdit eden tehlikeli bir eşiğe işaret ediyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin bu kez Senatosu’ndan tam onay almadan İran’a yönelik harekete geçmesi, yalnızca yürütme erkine değil, demokrasiye dair temel ilkelere de gölge düşürüyor. Uluslararası toplumdan onay alınmaksızın gerçekleştirilen bu müdahale, dünyanın artık hukukla değil, güçle yönetildiğinin açık bir kanıtı.
Bu tabloda, askeri müdahale kadar dikkat çeken bir diğer unsur da Rusya ve Çin’in mesafeli tutumudur. Ukrayna ve Tayvan dosyaları üzerinden kendi jeopolitik mücadelelerine odaklanan bu iki büyük güç, İran-İsrail-Amerika ekseninde şimdilik açık bir pozisyon almaktan kaçınıyor. Bu suskunluk; stratejik bir bekleyişin, yoksa bölgesel yangının kapılarına sıçramasını önlemeye dönük diplomatik bir mesafenin işareti mi?
Birleşmiş Milletlerin bu süreçteki edilgenliği, küresel vicdanın kurumsal temsiline dair ciddi soru işaretleri doğuruyor. Güvenlik Konseyi’nin kalıcı üyeleri arasındaki çıkar çatışmaları, kurumun karar alma kapasitesini neredeyse felç etmiş durumda. Bugün uluslararası toplum, BM kararlarını değil; sahadaki askeri hamleleri takip ediyor. Diplomasi, sadece açıklamaların satır aralarında kalan silik bir kavrama dönüşüyor.
İran-İsrail çatışması, yalnızca iki ülke arasındaki bir sürtüşme değil; tüm bölgenin bir barut fıçısına dönüştüğünün göstergesi. Her yeni gerilim dalgası, yüzbinlerce insanın yerinden edilmesine, ekonomik çöküşlere, toplumsal travmalara ve en önemlisi, nesiller boyu sürecek yeni nefret döngülerine zemin hazırlıyor. Ortadoğu, geçmişin hesaplaşmalarıyla geleceğini bir kez daha kaybetme eşiğinde.
Türkiye açısından da bu kriz dikkatle izlenmeli. Sınır güvenliğinden göç dalgalarına, enerji fiyatlarından dış politikadaki denge arayışlarına kadar pek çok alanda doğrudan etkiler yaratma potansiyeli taşıyor. Bölgesel barışın kilit aktörlerinden biri olan Türkiye, bu dönemde sessiz kalmamalı; yapıcı ve kararlı diplomatik inisiyatiflerle sürece müdahil olmalıdır.
İran ile İsrail arasında yaşanan bu kriz, yalnızca iki ülke arasında değil; küresel sistemin barışı koruma refleksleri açısından da bir sınavdır. Güç, artık hukuk düzeninin önünde ilerliyor. Uluslararası kurumlar ise tarihi rollerini hatırlamakla meşgul.
Bugün yaşananlar bir başlangıç mı, yoksa son kırılma noktası mı, bilinmez. Ama bildiğimiz bir gerçek var: Bu sessizlik içinde en güçlü sesi, yine en çok acıyı çeken halklar çıkarıyor.