Totalitarizm anayasaların, meydanların ve marşların meselesi kadar; apartman panosunun, plaza turnikesinin, okulun veli WhatsApp grubunun da meselesidir. Üstelik çoğu kez “düzen olsun” diye kendi elimizle büyütürüz.
Sabah kartınızı turnikeye okuturken ekranda beliren kırmızı-yeşil işaret, koridorda “usul böyledir” diyerek tartışmayı kapatan cümle, sitenin WhatsApp grubunda bir komşunun “gruba bildiririm” tehdidi… Tek başlarına masum görünen bu ayrıntılar, yan yana geldiklerinde bir iklim üretir: Özneleri küçülten, itirazı ayıplayan, belirsizliğe tahammülü olmayan bir iklim. Siyaset biliminin ağır kavramıyla söyleyelim: totalitarizm. Gündeliğin diliyle söylersek: “Fazla sorgulama.”
Otoriterlik ile totalitarizm arasındaki fark burada belirir. Otoriterlik itaat ister; totalitarizm hayatın tamamını kalıba sokmak ister. Sadece davranışlarımızı değil, dilimizi, ritmimizi, duygularımızı da tek sese indirir. “Doğru” olanın tek olduğu varsayılır; kuşku, soru, istisna fazlalık sayılır. Ve paradoks şudur: Bunu çoğu zaman hız, güvenlik ve konfor adına gönüllüce kabulleniriz. Belirsizliğin yorduğu yerde, “sorun çıkmasın” arzusuna sarılırız.
Total iklim önce dilden başlar. “Biz”i saf, “onlar”ı sorunlu gösteren etiketler yerleştiğinde düşünmenin alanı daralır; sonra duygular fakirleşir. Emir kipleri çoğaldıkça, gerekçeler azalır. Ardından ritüel ekonomisi devreye girer: Formlar, barkodlar, anketler… Elbette hepsi meşru araçlar olabilir; mesele, amaç unutulup ritüelin kendisinin amaca dönüşmesidir. Kural hizmet üretmek yerine itaat üretmeye başladığında, küçük bir “total” rejim doğar.
Günlük hayatın disiplini sadece yukarıdan gelmez; gönüllü denetim aşağıdan da yükselir. Site ve okul gruplarında “kural bekçiliği” bir prestij yarışına dönüşür. Komşusunu, meslektaşını, öğrencisini “uyaran” kişi küçük bir iktidarın tadına varır. Hukuki zeminden çok duygusal meşruiyete yaslanan bu uyarılar birikir, korku ve utanç üzerinden terbiye kültürü kurulur: “Şikâyet hattına veririm”, “grupta ifşa ederim”, “notunu düşürürüm.” Sormak, kuşku duymak, itiraz etmek “sorun çıkarmak”la eşanlamlı hâle gelir.
Bir de küçük iktidarların sarhoşluğu vardır: “Sistem yok” diyerek bekleten görevli, kimlikteki bir harfe takılıp kapıdan çeviren memur, “yönetmeliğe aykırı” deyip yönetmeliği göstermeyen amir… Keyfîlik sıradanlaştığında özgürlük aşınır. Hak ile lütuf yer değiştirir: Hizmet istisna gibi sunulur, vatandaş minnettar olmaya çağrılır. Böylece hesap sorulabilirlik kişisel ilişkilerin gölgesine çekilir; kurallar kişiye göre eğilip bükülür.
Peki bu iklim neden cazip gelir? Çünkü hız, öngörü ve rahatlık vaat eder. “Soru sormayalım, uzamasın” kolaylığıyla anlık krizleri görünmez kılar. Fakat bedeli görünmezse büyür: öznellik kaybı. Karar verme kaslarımız zayıfladıkça hem hata yapma cesaretimiz hem de hatayı düzeltme irademiz söner. Düşünmenin yerini prosedür, sorumluluğun yerini rapor, içeriğin yerini görüntü alır. Her işin fotoğrafı çekilir, her adım “sunum”la tescillenir; ama sonuçta görünen çoğalırken anlam eksilir.
Çözüm, büyük lâflardan çok küçük, ısrarlı yurttaşlık alışkanlıklarında saklıdır. Her kuralı, her formu, her ritüeli amacına bağlayan sorularla başlamak: “Bu uygulamanın amacı nedir? Nasıl ölçülüyor?” Talebi kişiye değil ilkeye yöneltmek: “Yönetmeliği görebilir miyim? İtiraz yolu nedir?” Nezaketi elden bırakmadan kibar bir inat göstermek: “Anlıyorum, fakat metinde böyle yazmıyor.” Apartman panosundan dernek toplantısına mikro-şeffaflık üretmek: Harcamaları, kararları açık yazmak; gruplara “ilkeler” koymak; toplantılarda “boş sandalye” ilkesini işletip temsili olmayanın bakışını içeri almak.
Dijital çağın sivil itaatsizliği veri minimizasyonudur: Gerekli olmayan kişisel veriyi vermemek, “niçin, hangi hukuki dayanakla, ne kadar süre” sorularını sormak. Çocuklara ve gençlere itaat değil, gerekçe sormayı ödüllendiren bir ev ve okul dili kurmak. Ve en önemlisi, yalnızlığa karşı topluluk. Total iklim insanı tek tek izole ederek güçlenir; güvenli konuşma daireleri, küçük okuma-tartışma grupları, gündelik dayanışma ağları korkuyu küçültür, nefesi genişletir.
Köşeyi, bir çağrıyla kapatayım: Özgürlük, sadece büyük meydanların değil, küçük koridorların da meselesidir. Turnikeden geçerken, form doldururken, bir grupta yazarken; “ne için?” diye sorun, metni isteyin, usulü görünür kılın, gerekçe talep edin. Gündeliğin terbiyesi değiştiğinde, iklim değişir. Korkuyu küçülten de keyfiliği sınırlayan da yurttaşın karar kaslarını yeniden güçlendiren de bu küçük ama ısrarlı hareketlerdir. Büyük sözlerin değil, küçük alışkanlıkların demokrasisi… İşte asıl ihtiyacımız olan budur.



