Türkiye'de bilgi akışı artık bir serbest dolaşım biçimi değil; bir güzergâh izniyle, tek yönlü trafiğe çevrilmiş bir devlet protokolüdür. Tabelalar bellidir: “Bu yol yalnızca iktidar sözcülerine açıktır.” Diğer herkes için: “Girilmez, ceza vardır.”
Radyo ve Televizyon Üst Kurulu, yani kısa adıyla RTÜK, aslında anayasal bir üst kuruldur. “Tarafsız ve özerk” olduğu iddia edilir. Ne var ki, bu sıfatların Anayasa metninde yazılı kalmasının pratikte hiçbir anlamı olmadığını hepimiz biliyoruz. RTÜK, artık medya alanının Panoptikondaki gardiyanıdır. Kim ne söyledi, ne kadar söyledi, sesi kaç desibeldi, dudak titredi mi, kaş çatıldı mı — tümü denetim altında.
Aslında bu yeni bir dönem değil. Jean Baudrillard’ın “gerçekliğin simülakrlarla yer değiştirmesi” tezi, Türkiye özelinde bir laboratuvar hassasiyetinde denenmektedir. Artık haber dediğimiz şey, yaşanandan çok yaşanması istenen şeydir. Kurgulanmış gerçeklik, hakikatin yerine geçmiştir. Bu açıdan bakarsak, RTÜK yalnızca sansür kurumu değil; bir tür metafizik editördür. Gerçekliğe son okumasını yapar.
Elbette RTÜK bunu halk için yapmaktadır. Hani şu "yanlış bilgiye karşı korunması gereken", "manevi değerleri zedelenmemesi gereken", "içerik şiddetinden arındırılmış" vatandaş. Yani devletin 18 yaş üstü çocukları. Vatandaş, eğer “bir televizyon programında hükümete eleştiri duyarak üzülürse” bu, RTÜK raporlarına “izleyiciden gelen yoğun şikâyetler” olarak yansır. Hiçbirimizin duymadığı bu izleyiciler, ne hikmetse her hafta görev başındadır.
RTÜK’ün kararları artık öylesine öngörülebilir hale geldi ki, bir tür medya astrolojisi doğmuş durumda:
– Bu hafta muhalif bir kanal yine ceza yer.
– İktidara yakın kanallarda nefret söylemi mi? Hayır efendim, o milli hassasiyet.
– Gerçekleri söylemek? Aman dikkat, ‘toplumsal korku yaratmak’la suçlanabilirsiniz.
Hal böyleyken Türkiye medyasını anlamak için artık gazetecilik kuramlarına değil; siyaset sosyolojisine, psikanalize ve belki de Kafka’ya başvurmak gerekiyor.
Peki bu durum tarihsel olarak benzersiz mi?
Hayır. Ama ironik olan şu ki, benzerlerini gördüğümüz dönemlerde –mesela 12 Eylül askeri rejiminde– bile medya alanında çatlak sesler vardı. 1980’lerin TRT’si bile bugünün kimi özel kanallarından daha az tek sesliydi. Adnan Menderes’in 1958-60 arası otoriterleşme eğilimleri dahi bugünkü düzene kıyasla daha naifti. En azından muhalif gazete manşetleri bir gün boyunca bayilerde kalabiliyordu.
Bugün ise medya sadece susturulmuyor; iktidarın söylem atölyesine dönüştürülüyor. Habercilik, "kamusal bilgilendirme" değil, "rejim menüsünü sunma" işlevi görüyor. Her gün “günün doğru düşüncesi” kamuoyuna servis ediliyor. Gazetecilik ise “toplumu gereksiz yere tedirgin eden faaliyet” olarak kodlanıyor.
Bu yüzden RTÜK, yalnızca bir kurum değil; Türkiye'de gerçeğin resmi editörüdür. Bilginin ne zaman doğacağına, hangi kelimelerle ifade edileceğine ve kimlerin söyleme hakkı olduğuna karar verir. Akademik literatürde buna “hegemonik bilgi rejimi” denir. Günlük hayatta ise yalnızca “sessizlik” denir.
Ama unutmamak gerekir: Her rejim, susturdukça kendi çöküşünü hızlandırır. Çünkü gerçeği bastırmak mümkündür, ama yok etmek mümkün değildir. Tarih, bunu bilir. Biz de yazmaya devam ederiz.
Çünkü bu ülkede gazetecilik hâlâ yalnızca haber yapmak değil; unutmaya karşı bir hafıza savaşıdır.