Simgeler güçlüdür. Törenler, politik dilin sessiz ama yüksek sesli ifadesidir. Bu bağlamda, terör örgütü PKK’nın son “silah yakma töreni” salt bir görüntüden ibaret değildir; aksine, uluslararası kamuoyuna verilmek istenen çok katmanlı bir mesajın parçasıdır. Ne var ki bu sahne, gerçeğin değil, bir parodinin temsilidir. Çünkü barış, dekorla değil, ilkeyle kurulur.
PKK, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana karşılaştığı en ağır asimetrik tehditlerden biridir. Bu örgütün silahlı varlığı, sadece iç güvenliği değil, ulusal bütünlüğü hedef almıştır. Bu bağlamda mesele yalnızca terörle mücadele değil; aynı zamanda bir egemenlik meselesidir. Devletin meşruiyetiyle, örgütün şiddet yoluyla alan yaratma çabası arasındaki mücadele, bugün "barış" adı altında bir törenle yeniden çerçevelenmeye çalışılmaktadır. Ancak bu çerçevenin içi boştur.
Çünkü tarihsel hakikat ortadadır:
Barış, bir söylem değil; sonuçtur.
Barış, ön koşulu adalet olan bir süreçtir.
Ve en önemlisi; barış, hakikatin kabulüyle mümkün olur.
PKK, bugüne kadar yürüttüğü eylem biçimiyle sivil halkı, güvenlik güçlerini ve bölge halkını hedef almış; varlığını dış aktörlerin açık ya da örtük desteğiyle sürdürmüştür. Bu durum, örgütü herhangi bir “milli mücadele hareketi” değil, klasik anlamda bir vekil örgüt (proxy actor) haline getirmiştir. Dolayısıyla, bugün yapılan “silah bırakma” deklarasyonu da bağımsız bir iradenin değil, uluslararası konjonktürde değişen dengelerin yansımasıdır.
O halde şu sorular anlam kazanır:
Gerçekten silah bırakan kimdir?
Karşısında kim vardır?
Bu bir karşılıklı mutabakat mı, yoksa tek taraflı bir medya mühendisliği midir?
Türkiye, seçilmiş hükümetleriyle, yerleşik demokratik kurumlarıyla, anayasal düzeniyle yönetilen bir hukuk devletidir. Bu bağlamda, PKK’nın geçmişte yürüttüğü silahlı mücadeleyi bir “özgürlük savaşı” olarak sunması, ne ulusal ne de uluslararası hukukta meşruiyet bulur. Zira 1949 Cenevre Sözleşmeleri ve Birleşmiş Milletler kararları çerçevesinde sivil hedeflere yönelen silahlı yapıların “muharip” statüsü dahi yoktur.
Barış, yalnızca silah bırakmakla gelmez; şiddetin meşrulaştırılmadığı, hukukun üstünlüğünün tanındığı, mağduriyetlerin telafi edildiği bir iklimde oluşur. Aksi takdirde silahı yere bırakmak, yalnızca bir taktik değişimdir. Ve taktik değişimle gelen hiçbir sessizlik, sürdürülebilir barış değildir.
Şimdi sorulması gereken en esaslı soru şudur:
Bu tören gerçekten bir barışın başlangıcı mı, yoksa yeni bir algı operasyonunun açılış sahnesi mi?
Türkiye Cumhuriyeti, yüz yılı aşan tarihiyle nice badireyi aşmış, nice küresel oyunu bozmuş bir devlettir. Bu devletin egemenliği; barış adı altında pazarlanan, ancak içerik olarak teslimiyet dayatan senaryolara boyun eğecek bir güçsüzlük içerisinde değildir.
Özetle:
Barış, hakikatin tanınmasıyla mümkündür.
Silahların yakılması değil; zihniyetlerin terk edilmesi gerekir.
Ve unutulmamalıdır ki:
Törenle başlayan hiçbir “barış”, “hesaplaşma” olmadan doğmaz.