Yaklaşık 20 yıl önce bir Almanya ziyaretimiz olmuştu. Kuzey Almanya'da küçük bir kasabada bir hafta kaldık. Bu süre içerisinde çevreyi, eğitim kurumlarını ziyaret etme fırsatı bulduk. Burada tanıştığımız yerel yönetimde çalışan birisiyle sohbet etme şansımız oldu.
Bu küçük kasaba, yakınlarında bulunan iki kenti birbirine bağlayan yol üzerinde bulunuyordu. Kasabanın diğer kısmında ise meşhur Almanya Otobanı geçiyordu. Köyün yanında yer aldığı karayolunun bir tarafında yerleşmeler varken, yolun diğer tarafında tek bir yerleşim yeri yoktu. Yani, yolun bir tarafında yoğun yerleşmeler varken diğer tarafında hardal tarlaları uzanıyordu. Burası bizim ülkemizde olsa yolun diğer tarafı da yoğun yerleşmeler ile dolar diye düşünmeden edemedim.
Merak bu ya, arkadaşa sordum. Neden yolun diğer tarafı boş diye. Aynen şunları söyledi.
"Bizim burada imar planı böyle hazırlanmış, yolun diğer tarafı tarım alanı olarak ayrıldığı için orada hangi amaçla olursa olsun ev veya işyeri yapmak mümkün değil. Bizde, yeni bir alan imara açılacaksa geniş bir komisyon kurulur. Hem yerel yönetimden, hem de merkezi yönetimin ilgili birimlerinden uzmanlar gelir. İnşaat mühendisi, şehir plancısı, iklim bilimci, tarihçi gibi çok değişik uzmanlar hazır bulunur. Mesela iklim bilimci olan arkadaş hakim rüzgar yönünü, yağış rejimini ve diğer verileri inceleyerek sokakların yönünü, yağmur drenaj sisteminin yapısının nasıl olması gerektiği konusunda bilgiler verir. Tüm bu uzmanların ortak kararı ile imar planına ek alanlar ilave edilir. Ayrıca orada yaşayan insanların da fikri alınır. Sonra tüm altyapı hazırlanır ve imara açılır. Ben yaptım oldu anlayışı ile yapılmaz."
Duyduklarım karşısında şaşırıp kalmıştım. Bizim yaşadığımız coğrafyayı düşündüm, oturup ağlayasım geldi.
Sadece Almanya değil, neredeyse Avrupa'nın tamamında imar konusunda yapılacak işler bellidir. Yerleşime açılacak yeni alanlar imara açılırken;
Önce ana yollar, bağlantı yolları, cadde ve sokaklar belirlenir. Buralarda en az 50 yıllık nüfus artışı dikkate alınarak kanalizasyon sistemi yapılır. Yağmur suları için drenaj kanalları açılır, yağmur sularının sulamada kullanma şansı varsa uygun yerlerde biriktirilmesi için yerler imal edilir.
Elektrik ve doğalğaz iletim hatları yine nüfus projeksiyonuna göre çekilir.
Aynı şekilde İçme suyu hatları uygun boyutlarda yapılır.
Tüm hatlar döşendikten sonra Sokak ve cadde kaplamaları yapılır.
Tüm bu işlemler bittikten sonra yapılaşmaya izin verilir.
Olması gereken gerçektende budur. Mühendislik, yönetim bilimleri, şehir planlama uzmanlığı gibi eğitimler verilirken bizde de aslında bunlar öğretilir. Uygulamada ise durum bambaşkadır.
Biz önce evleri yaparız. Sonra altyapı için uğraşır dururuz. Sonra kentlerimiz sağlıksız, yerel yönetimler yeterli hizmet veremiyor diye ağlaşırız. Aslında Türkiye’de imar olmayan yere yapılan tüm yapılar kaçaktır. Ama neredeyse her yıl çıkarılan imar afları ile bu kaçak yapılara, elektrik, su, doğalğaz ve yol yapılsın diye uğraşırız.
Burada suçlu olan asla belediyeler değil. Merkezi Yönetim de suçlu. Bazen bakıyorsunuz olmayacak yerlere merkezden imar ve yapılaşma izni veriliyor. Üstelik masa başında, coğrafyayı ve şartları bilmeden ezbere verilen yapılaşma izinleri çoğunlukla başarısız oluyor. Halk mı? Asıl suçlu biziz, bu şartlarda bizi yönetenleri biz seçiyoruz. Seçtiklerimizi görüyoruz, onların her yaptığını doğru sanıyoruz. Sonra yolu olmayan, suyu olmayan, hatta kanalizasyonu olmayan yerlerde sefil şekilde yaşıyoruz.
Okumuyoruz, bilgi sahibi olmuyoruz, biat etmeyi ibadet sayıp siyasilerin bizim sırtımızda yaşayıp kanımızı emnesine izin veriyoruz.
"Başkalarının yolunda yürüyenler ayak izi bırakmazlar." (S. L. Braundon)